Küresel anlamda yeni bir ticaret olgusu olarak ortaya çıkan protokoller, anlaşmalar, konferanslar; eskinin “kirleten öder” prensibini, âdeta “paran kadar kirlet” sürecine çevirmektedir.
Kopenhag’daki 15. Taraflar Konferansı’nda ABD ile Çin arasında sıkışıp kalan Türkiye, konferanstan yana değil “İKLİM”den yana taraf olmalıdır.
Sevgili okurlar, zaman zaman Yeşil Sayfamızda konusunda uzmanlaşmış bilim adamlarının yazılarını yayımlamaktayız ... İşte bu bağlamda, bugün size çok değerli arkadaşım, kıymetli bilim insanı Klimatolog (iklim bilimci) ve TÜRÇEK (Türkiye Çevre Koruma ve Yeşillendirme Kurumu) Başkanı Doç. Dr. Barbaros GÖNENÇGİL‘in, Danimarka’nın başkenti Kopenhag’ta başlamış bulunan BM İklim Değişikliği Konferansı, Kyoto Protokolü ve sonrası ile ilgili görüşlerini sunmak istiyorum.
DÜNYANIN YENİ AKTÖRLERİ : ÇİN VE HİNDİSTAN
ABD, Çin ve Rusya gibi büyük ülkelerin arasında tavrını merakla beklediğimiz Türk heyeti, 7-18 Aralık 2009 tarihlerinde Kopenhag’da gerçekleştirilen 15. Taraflar Konferansı’nda Kyoto’nun rafa kalkmasını isteyen ABD ile 2020’ye kadar %40-45 seviyesinde karbon azaltımı sağlayacağını söyleyen Çin arasında nerede durabilecek ? Kyoto’nun net takipçileri Afrika bloku ve okyanustaki ada ülkeleri arasında %11’lik karbon azaltım hedefi yeterli kalacak mı ? ABD, Clinton-Bush liderliklerinde Kyoto süreci için zigzaglı rotalar çizdi ve Obama yönetimi henüz beklenen adımları atamadı. Çin ve Hindistan’ın öneminin giderek artıyor olması, ABD-AB eksenli küresel yönetime yeni aktörlerin katılmasını sağladı. Afrika ülkeleri ise Kyoto protokolüne sahip çıkma konusunda kararlılar. Tüm bunlarla birlikte “karbon piyasası”nın gerçekleşememesi neticesinde AB içersinde yaşanabilecek ekonomik ve siyasi çalkantıların getirdiği psikolojik baskılar, Kopenhag’daki Taraflar Konferansını 2009’un en önemli uluslararası olayı haline getirmektedir.
Öte yandan, Kyoto Protokolü sonrası süreçte ortaya çıkan karbon ticareti kavramı ve bu protokol kapsamında yer alan Temiz Kalkınma Mekanizması (CDM), Ortak Uygulama (JI) ve Emisyon Ticareti (ET) gibi mekanizmalar ile bunların dışındaki “Gönüllü Karbon Piyasaları”, temel hedef olan sera gazı azaltımlarına ne derece etki edeceği de açık değildir. Küresel anlamda yeni bir ticaret olgusu olarak ortaya çıkan bu mekanizmalar, eskinin “kirleten öder” prensibini âdeta “paran kadar kirlet” sürecine çevirmektedir. Bu tehlikenin önlenerek fırsata çevrilebilmesi için Türkiye, Kopenhag’da, konferanstan yana değil iklimden yana taraf olmalıdır.
TÜRKİYE’NİN ÖDEVLERİ
İlk hedefimiz temiz enerji !
Kopenhag, sadece İklim Değişikliği konusunda bir toplantı değildir. Ekonomik ve politik anlamda geleceğin dünyasını kurma açısından da dönüm noktasıdır. Alınacak kararlar ülkelerin yeni rollerini oluşturacaktır.
Geldiğimiz noktada, Çin’in dahi karbon yoğunluğunu 2020 yılında 2005’e göre %40-45 oranında azaltacağını açıkladığı bir ortamda, Türkiye’nin OECD üyeliği, Ek-1 Ülkesi olması ve AB üyeliği müzakereleri nedeniyle daha sert bir önlem alması kaçınılmaz bir sonuç olarak karşımıza çıkabilir. Türkiye, Kopenhag’da gerçekçi, kapsamlı, kararlı ve cesur bir müzakere stratejisi belirlemezse, Çin gibi karbon yoğunluğunu azaltmak yerine Ek-B ülkeleri gibi 1990 yılına göre mutlak azaltım hedefleri almak zorunda kalabilir. Bu çerçevede; Türkiye’nin alması gereken tedbirleri şöyle sıralayabiliriz:
TERMİK SANTRALLERE SON
* Karbon salımında en yüksek paya sahip olan enerji sektörü başta olmak üzere, sanayide ve ulaşımda karbon salımının azaltılması sağlanmalıdır.
* Enerjinin etkin ve verimli kullanılması, güneş ve rüzgâr gibi yenilenebilir enerji kaynaklarının enerji üretimi içindeki paylarının arttırılması, fosil yakıt kullanılan yeni termik santrallerinin yapılmaması, var olanların iyileştirilmesi gerekmektedir.
* Özellikle kent içi ulaşım araçlarının modernizasyonu ve toplu taşımanın yaygınlaştırılması yanında, bireysel araç kullanımını, dolayısıyla fazla yakıt tüketimini körükleyen teşvik unsurlarından vazgeçilmelidir.
* Taşımacılıkta deniz ve demir yollarının payını artırmalıyız.
KÖYLERİ KALKINDIRALIM
Bütün bunlara şu sosyal tedbirleri de ekleyebiliriz:
* Bir orta kuşak ülkesi olarak Türkiye için kaçınılmaz olan iklim değişikliğine uyum süreci en önemli konu olmalıdır.
* Gerek ulusal, gerekse küresel ölçekte nüfus artışı dengelenmeli, kır/kent nüfus dengesizliği ise kent lehine değiştirilmelidir.
* Düzenli kentleşme ile “Kentsel Isı Adası” etkileri en aza indirilmeli, kentlerde sağlıklı hayat şartları oluşturulmalıdır.
* Arazi kullanımında koruma-kullanma dengeleri gözetilmelidir.
* Temiz enerji üretiminin desteklenmesinin yanı sıra enerjinin etkin ve verimli kullanılması sağlanmalıdır.
* İhtiyaç kadar tüketim teşvik edilmelidir.
* IPCC (Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli) 4.’üncü Değerlendirme Raporunda önerilen ve COP 13’de kabul gören 2020 yılı itibari ile karbon salımının 2005 yılına göre %25-40 arasında azaltım hedefine bağlı kalınmalıdır.
KUTUP AYILARI ERİMESİN !
BM İklim Değişikliği Konferansı’nın düzenlendiği Danimarka’nın başkenti Kopenhag’ın merkezine, yeryüzünde sıcaklığın giderek yükseldiğine dikkat çekmek için konulan buzdan ayı heykeli eridikçe bronz iskeleti böyle belirdi.
Renkli görüntülerin yaşandığı Kopenhag’da 67 ülkeden gelen 50 bin gösterici protestolara katılırken; Avustralya’da 40 bin, Filipinler ve Hong Kong ve dünyanın değişik yerlerinde de binlerce çevreci eylemlerde bulundu.
KOPENHAG SÜRECİNE NASIL GELDİK?
DÜNYAYI, ‘kaynaklar hiç bitmeyecekmiş gibi kullanan’ anlayış bitirdi.
1960’larda 2.5 milyara ulaşan dünya nüfusu, doğal kaynakları tükenmeyecekmişçesine kullanırken, gelecek nesillere nasıl bir yük bıraktığının farkına varamamıştır. Çevre, ilk defa 1972’de uluslararası bir boyut kazanmıştır.
Milyonlarca yıldır doğal süreçler çerçevesinde süregelen iklim değişikliklerinin dünya üzerinde en çok etkili olduğu bölgeler şüphesiz orta kuşakta yer almaktadır. Binlerce yıllık dönemler halinde birbirini takip eden küresel ısınma ve soğuma, bugün Türkiye’nin de yer aldığı orta kuşak ülkelerinde bir yandan biyolojik çeşitliliğin artmasını sağlarken, diğer yandan ortaya çıkan ekstrem iklim hadiseleriyle insan yaşamını ve doğal ortamlara adaptasyon süreçlerini güçleştirmiştir. Son buzul çağının tamamlanıp ısınma döneminin başladığı 18.500 yıldan bu güne dünya iklimleri ısınma trendi içine girmiştir. Gerçi dönem dönem soğuma eğilimleri yaşansa da (M.S. 1400-1850 arasında görülen “Küçük Buzul Çağı”nda olduğu gibi) genel trend ısınma yönünde olmuştur.
SANAYİ DEVRİMİNİN MARİFETİ
Günümüzde halen bu doğal süreç devam ederken, özellikle 1850’li yıllarda ortaya çıkan Sanayi Devrimi ardından genel çevre problemleri ile birlikte atmosfere salınan karbon miktarı da artmaya başlamıştır. Bununla birlikte Sanayi Devrimi yılları dünya nüfusunun ilk defa 1 milyarı geçtiği yıllar olmuştur. Yaşanan 2 büyük dünya savaşı ve devam eden vahşi kalkınma çabaları, doğal kaynaklar üzerine âdeta bir kâbus gibi çökmüştür. 1960’lı yıllarda 2.5 milyara ulaşan dünya nüfusu, doğal kaynakları tükenmeyecekmişçesine kullanırken, gelecek nesillere nasıl bir yük bıraktığının farkına varamamıştır. 1970’li yıllarda ilk defa konuşulmaya başlanan çevre sorunları, 1972 Stockholm Çevre Zirvesi ile uluslararası bir boyut kazanmıştır. İşte bu tarihten itibaren insanoğlu dünya üzerinde nasıl bir tahribat yaptığının farkına varmaya başlamıştır. Başta karbon olmak üzere atmosfere salınan sera gazlarının oluşturduğu antropojenik (insan kökenli) süreçlerle doğal seyrinde devam eden küresel ısınma, etkisini özellikle kentlerde arttırarak telafisi mümkün olmayan sonuçları da beraberinde getirmeye başlamıştır.
1992 yılında Rio De Janerio’da gerçekleştirilen 2. Dünya Çevre Zirvesi’nde imzaya açılan “BM İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi” iklim değişikliğine neden olan faaliyetlerin önlenebilmesi ve kaçınılmaz olan doğal iklim değişikliği sürecine adaptasyon açısından önemli bir kilometre taşı haline gelmiştir. Sözleşme uluslararası anlamda 21 Mart 1994 tarihinde yürürlüğe girmiştir. Türkiye ise kalkınmakta olan bir ülke olarak ileri sürdüğü özel şartların kabulü ile birlikte 21 Mayıs 2004 tarihinde bu sözleşmeye taraf olmuştur.
ABD, KYOTO’YA TAŞ KOYDU
Bu geçen zaman içerisinde, sözleşmeye taraf olan ve o güne kadar sanayileşmenin öncüsü olmuş Batı ülkelerine, emisyon azaltım yükü getiren Kyoto Protokolü ise 1997 yılında kabul edilmiştir. Ancak sözleşmenin yürürlüğe girmesi 2005 yılında Rusya’nın protokole katılması ile gerçekleşebilmiştir. Bu süreçte ABD’nin protokole karşı tutumu, gelişmiş ülkelerin verdikleri sera gazı azaltım sözlerini tutmamaları, gelişme yolundaki ülkelerin bugünkü karbon birikiminden gelişmiş ülkeleri sorumlu tutan yaklaşımları Kyoto’nun başarısızlığında önemli etkenler olmuştur.
Kyoto Protokolü’nün en somut hedeflerinden biri olan, atmosferdeki karbon birikiminin temel sorumlusu olarak algılanan gelişmiş ülkelerin sera gazı salımlarını 2008-2012 döneminde 1990 yıllarına göre toplam % 5 oranında azaltması taahhüdü bile yerine getirilememiştir. Başarısızlıkla sonuçlanacağı anlaşılan Kyoto Protokolü sonrası (2012 sonrası) için dünya ülkeleri, düzenli olarak devam eden “Taraflar Konferansı”nın 13. toplantısında (COP 13) özellikle gelişmiş ülkelerin önüne yeni bir hedef koymuşlardır.
VE TÜRKİYE MURADINA ERİYOR
Buna göre Kyoto sonrasında 2020’ye kadar olan dönemde sera gazı emisyonları 1990 seviyesine göre %25-40 azaltılacaktır. Mevcut şartlarla % 5’i başaramamış ülkelerin % 25-40’ları denemesindeki gerçekçiliği zaman gösterecektir. Uluslararası camianın ayrılmaz bir parçası olan Türkiye’nin de bu süreçlere uzak ve sessiz kalması mümkün değildir. Nitekim daha önce Türkiye’nin özgün şartlarının kabul edilmesinin ardından (COP 7’de) bir dönem sessiz kalınsa da Kyoto Protokolü’ne dahil olmamız 5 Şubat 2009 tarihinde TBMM’de kabul edilmiştir.
Ediz Hunla Yeşil Sayfa / 15.12.2009
www.turkiyegazetesi.com.tr